15 Nisan 2013 Pazartesi

bir tespit

Osmanlı İmparatorluğu’nda kademeli olarak önce kontrolü, sonra iktidarı eline geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, özünde Yahudi militanları ve sermaye güçlerinin ideolojik ve pratik öncülüğünü ifade eder. Cemiyette diğer milliyetlerden kurucular ve yöneticilerin rolü belirleyici değildir. Türk ve Kürt katılımcılar da buna dahildir. Türk ve Kürt öğeler daha çok Yahudi etkinliğinin maskeleyicisi rolünü oynadılar. Kuruluşunda cumhuriyetin ulusal kurtuluşçu yönü kadar demokratik kurtuluş yönü de vardı. Devrim olarak başlangıçta demokratik ulusal güçlerin

ittifakı ile başarılmıştı. Komünistler, islam ümmetçileri, Çerkezler, Kürtler ve Türklerden oluşan bir ittifak söz konusuydu. Fransız ve Rus Devrimlerinde olduğu gibi, Anadolu Devriminde de demokratik ulus karakterli yapı komplocu yöntemlerle diktatoryal ulus devlete dönüştürüldü. Burada da başrolü oynayan İngiliz hegemonyacılığıydı. Fakat cumhuriyet ulus devletçiliğinde sadece demokratik ulusal unsurlar tasfiye edilmedi. Yine öncü rol oynayan beş paşadan Mustafa Kemal dışındakilerin tasfiyesiyle de yetinilmedi. İngiltere’nin yeniden düzenlemek istediği Ortadoğu’daki minimal (İngiliz hegemonyasında kalacak büyüklükte ulus devletler) ulus devlet sisteminin köşe taşlarından olan Türkiye Cumhuriyeti, Ulusal kurtuluş savaşında düşünülenden çok farklı biçimde, adeta yeniden tasarlanıp inşa edildi. İsrail’in kuruluşuna giden yolda Pro-İsrail (İsrail öncesi devlet) bir devlet olarak kurgulandı. Musul-Kerkük meselesi (Kürdistan’ın parçalanması) bu konuda bir manivela olarak kullanıldı. Mustafa Kemal Paşa’nın önüne konulan ‘ya cumhuriyet ya Musul-Kerkük’ ikilemi bu anlama gelmekteydi. Burada da bir taşla iki kuş vuruluyordu. Hem Musul-Kerkük alınıyor (Misak-ı Milli’ye aykırı olarak) hem de orada İsrail’in kuruluşuna giden yolda bir ikinci Proto-İsrail Kürt oluşumunun temeli atılıyordu. Büyük Kuzey Kürdistan parçası ise cumhuriyet tarihi boyunca kan revan içinde bırakılarak kıpırdayamaz hale getirildi.

Kendi ümmet dincileriyle, baş müttefiki komünistlerle ve Kürtlerle sürekli kavgalı olan, onların varlığını sürekli inkar eden, sık sık provokasyonlarla imha ve idam eden bir cumhuriyetin gelişme ve büyüme şansı elbette olamazdı. Küçük bir azınlık olan bürokratik Türk burjuvazisiyle Yahudi unsurların bu yeni sınıf jargonuna Beyaz Türkler denilmektedir. Bunlar laik milliyetçiliği çok katı bir din olarak benimseyip, cumhuriyetin tüm demokratik unsurlarını ötekileştirmişlerdi. Cumhuriyet tarihi bu özün korunmasından ibarettir. Menderes, Özal, Erbakan ve Ecevit gibi bazı devlet adamları cumhuriyetin bu özünü biraz aşıp, içerde demokratikleştirme, dışarıda ise Ortadoğu’da minimalizmi aşıp maksimize etme sürecine girmek istediklerinde hemen tasfiye edildiler. Minimal diktatoryal özün ‘tunç kanunu’ ısrarla korundu. Bunun için Kürtlere, müslümanlara ve komünistlere, hatta Çerkezlere yönelik provokasyonlar ve komplolarla tasfiyeler sürekli gündemde tutuldu. Katliamlar, tutuklamalar ve idamlar hiç eksik olmadı. NATO’ya girildi. 1952’den bu yana Türkiye’yi fiilen Alman merkezli gladio adlı gizli NATO ordusu yönetti. Ordu vesayeti ve darbeleri denilen süreçlerin arkasında hep gladio vardı. Gladio yönetimi için sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt gerginlikleri sürekli çözümsüz bırakılarak askeri ve sivil diktatörlüğe gerekçe kılındı. 1925’ten sonra benzer rolü Kürtlere yönelik provokasyonlar oynuyordu. Soğuk savaştan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ne yeni roller biçilmek istendi. Ne de olsa İsrail’in kuruluşu tamamlanmış, Ortadoğu’daki hegemonya ilerleme sağlamıştı. Sovyet Rusya tehdidi ortadan kalkınca (1990), Ortadoğu’da ABD’nin tam hegemonyası için tarihi gün doğmuştu.

Bu tarihi günün önemini anlamak için temel göstergemiz yine İsrail’in konumu olmak durumundadır. İsrail kurulmuş, ama güvenlik sorunları halledilememişti. Arap milliyetçiliği tarafından her an yutulabilirdi. Bunun için kalıcı müttefiklere, yeni strateji ve taktiklere ihtiyacı vardı. 1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti’nde Beyaz Türk ulus devletçi diktatörlüğün oynadığı rolü bu sefer Kürdistan’da Beyaz Kürt ulus devletçiliği oynayacaktı. 1990’lar dönemi ikinci bir 1920’ler dönemidir. 2000’lerin başlangıç yıllarındaki İkinci Körfez Savaşı için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. 1990’ların başlarında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, kapitalist dünya hegemonyası (önder güç ABD) için yeni bir düşman belirleme sorununu ortaya çıkarmıştı. Sonuçta İsrail’in güvenliği temel alınarak, islam radikalizmi yeni tehdit veya düşman olarak ilan edildi.

Açığa çıkan bu yeni gerçeklik, İsrail’in bölgedeki konumu üzerinde yeniden düşünmeyi zorunlu kılmaktadır. İsrail’in inşası herhangi bir bölge ulus devletinin inşası değildir, olamaz da. İsrail sadece bir Yahudi ulus devleti de değildir. Böyle anlaşılmakla yetinilemez. İsrail’in kuruluşuna giden süreci yeniden göz önüne getirdiğimizde, Siyonist Kongre’nin toplanması (1896), Sultan Abdülhamit’in kıskaç altına alınması (1876-1909), II. Meşrutiyet darbesi, 31 Mart 1909’da Abdülhamit’in düşürülüşü, 1 Ocak 1913’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir darbe ile iktidarı ele geçirmesi, 1914’te bir oldubittiyle I. Dünya Savaşı’na girilmesi, Sykes-Picot Antlaşması temelinde Ortadoğu’nun İngiltere ile Fransa arasında parçalanması, Balfour Deklarasyonu (1917 Filistin’de bir Yahudi yurdunun, İsrail’in kurulması planı), Filistin’de İngiliz mandacılığının kurulması ve TBMM’nin ilanı (aynı tarih, 1920), Ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Lozan Antlaşması’nın kabulü ile birlikte Beyaz Türk ulus devletçiliğinin demokratik ulus cumhuriyetçiliğini tasfiye edip (Ulusal kurtuluş savaşındaki ittifakı dağıtma ve azınlık diktatörlüğünü kurma) CHP diktatörlüğünü kurması (1923), 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’in provoke edilmesiyle Kürt katliamları sürecinin başlatılması (1925-38), İngiltere-TC ittifakı (1939), İsrail’in kuruluşunun resmen ilanı (1948), TC’nin NATO’ya girişi (1952), 27 Mayıs darbesi (1960), 12 Mart darbesi (1971), 12 Eylül darbesi (1980), Çiller-Demirel darbesi (1993), Çevik Bir darbesi (1998) ve en son Ecevit’e darbe ve AKP’nin hükümete getirilişi (2002), bunlara ek olarak I. (1990) ve II. Körfez Savaşları (2001’de görünüşteki Afganistan’ın işgali, aslında II. Körfez Savaşı ve Irak’ın işgali için hazırlanan bir prova niteliğindedir) gibi olayların ve benzer birçok olayın birbirlerine zincirlemesine bağlı ve İsrail eksenli olduklarını görürüz. Ayrıca bölgede kurulan ulus devletleri de (bunlar için ayrı bir bölüm gerekir) bu olaylar bağlamında düşünmek ve bu zincire eklemek gerekir. Kilometre taşları niteliğindeki tüm bu olayların iç bağlantısına girmeden rahatlıkla diyebiliriz ki, İsrail’in inşa süreci, bölgede Anglosakson hegemonyasının gelişmesinin temel göstergesi durumundadır. İsrail, Osmanlı İmparatorluğu’nun bilinçli yıktırılışından sonra bölgenin yeni hegemonyasının çekirdek gücü olarak tasarlanmış ve inşa edilmiştir. İngiltere-ABD hegemonyası dünyada neyse, bölgenin yeni hegemonik gücü olan İsrail de Ortadoğu için odur. İsrail küçük bir Yahudi ulus devleti değildir sadece, büyük bir hegemonik güçtür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder